YANILSAMALI BAKIŞLAR
YANILSAMALI BAKIŞLAR
Çakmağın
titrek alevi, güçlükle tutuşturduğu sigarasını aydınlattı. Odanın karanlığında
yüzünün yarısı görünüyor, diğer yarısı görünmüyordu. Adam, D&R'dan aldığı
yazarlık kitaplarını masasının üzerine dizdi. Her birinde farklı yaklaşımlar,
farklı metotlar... Kitapların kapaklarından yansıyan iddialı cümleler gözünü
korkutuyordu. "Bestseller yazmanın sırları", "30 günde roman
yazma kılavuzu", "Yazarlığın altın kuralları"... Hepsini satın
almış, hepsini bir çırpıda okumuştu, ama beyaz kâğıt hala boş duruyordu
karşısında. Parmak uçlarını neredeyse hissiz hale getiren bir sessizlik vardı
odada. Klavyenin dokunuşları bile sanki akşamın sakinliğini bozacakmış gibi
tereddütle basıyordu tuşlara. Cümleler kurulmadan siliniyordu zihninde.
Kelimeler, daha dudaklarından dökülmeden kaybolup gidiyorlardı.
"Bir yürüyüş yapmalıyım," dedi kendine.
"Belki ilham gelir." Evden çıktı. Güzelyurt'tan Alaybey'e doğru
adımlamaya başladı. Şehrin gürültüsü, insanların telaşı, arabaların korna
sesleri ve vitrin ışıkları arasında kendini kaybetmek istiyordu. Belki de ilham
denen o gizemli şey, kayboluşun içinde karşısına çıkardı. Adımları onu
Magnesia'ya sürükledi. Bilinçsizce yürüyen merdivenlere bindi. AVM'nin en üst
katına vardığında kendi kendine gülümsedi. Neden buradaydı? Ne arıyordu? Meydanda,
kafelerin etrafındaki masalarda gençler oturuyordu. Bir masada üç kız,
kahkahalarla bir şeyler anlatıyorlardı birbirlerine. Adam, o gülüşlerin içinde
sakladıkları hikâyeleri düşündü. Belki de yazması gereken onların hikâyesiydi?
Ortamın sıcaklığı ince deri ceketinin altında hissediliyordu. Sırtından süzülen
ter damlalarıyla birlikte düşünceleri de akıp gidiyordu sanki. Teknosa'ya
girdi. Hiçbir zaman almayı düşünmediği elektronik eşyaları incelemeye başladı.
Televizyonların sloganları, telefonların vaatleri, tabletlerin sunduğu sonsuz
olasılıklar... Hepsi bir illüzyon gibiydi. Kendine yeni bir telefon alsa ne
değişecekti ki? İçindeki boşluğu doldurabilecek miydi bu cihazlar? O an,
kafasında bir ışık yanıverdi. Belki de yazması gereken şey tam da buydu –
modern insanın doldurulması imkânsız boşlukları, tüketim çılgınlığıyla
perdelenen yalnızlıkları... Mağazanın ortasında durdu. Midesinden gelen
gurultular dikkatini dağıttı. Acıkmıştı. Ya da belki de sadece bir şeyleri
tüketme ihtiyacı hissediyordu. Şu anda nerede olduğunu ve neden buraya
geldiğini düşündü. Cevap veremedi. Hayatın akışına bırakmıştı kendini. Aklı ya
da yüreği nereye sürüklediyse oraya gitmişti.
"İşte," dedi kendi kendine, "olay
budur."
Midesi tekrar sızladı. "Aman Allah’ım, midem
çok fena," diye iç geçirdi. Ama bir anda rahatladığını hissetti. Gaz
çıkarmıştı. Hafifçe ve kurnazca etrafa bakındı, sonra Teknosa'nın tenha
köşelerine doğru ilerledi. Kimsenin olmadığı bir koridorda, çıkardığı gazın
yoğun kokusunu içine çekti. Bu garip davranışın ardında saklı duran psikolojik
nedenleri düşünmedi bile. Süperegosu sızlasa da içindeki çocuksu dürtüyü
bastıramamıştı. Dışarı çıktı. Akşamın serinliği yüzüne çarptı. Yazmak istediği
şeyi düşünüyordu. Belki bir roman... Belki bir öykü... Konuyu kafasında evirip
çeviriyor, sonra vazgeçiyordu. Aşk mı yazmalıydı? Savaş mı? Yoksa gündelik
hayatın sıradanlığını gözler önüne seren minimalist bir eser mi? Aklına farklı
fikirler geliyor, sonra hepsi dağılıp gidiyordu. Hayatın bütün renkleri,
sesleri ve kokuları arasında kendini kaybetmiş gibi hissediyordu. Yazmak
istediği şeyin etrafında dönüp durması, ama bir türlü merkezine varamaması gibi
garip bir his vardı içinde. Eve vardığında, masasının başına geçti. Boş sayfaya
baktı uzun uzun. Bilgisayarının ekranı gözlerini acıtıyordu. Bir bardak çay
koydu kendine. Çayın buharı yüzüne vuruyordu. Derken tek bir argüman aklına
geldi:
"Yazmayı plan yaparak ve düşünerek
beceremedim. Belki de sadece içimden geldiği gibi yazmalıyım." Parmakları
klavyede dans etmeye başladı. Kelimeler birbirini kovalıyordu. Cümleler
kendiliğinden akıp gidiyordu sanki. Kontrolü bıraktığında, kelimelerin içinden
çıktığını hissetti. Dünyanın karmaşıklığının, insan ilişkilerinin, aşkın,
yalnızlığın, modern hayatın getirdiği bütün o yanılsamaların kâğıda dökülmesini
izledi. Yazdıkça rahatladığını fark etti. Kelimeler, ona uzun zamandır
hissetmediği bir özgürlük duygusu veriyordu. Saatler geçti, ama o hala
yazıyordu. Pencereden sızan ay ışığı, ekranın mavi ışığına karışırken, adam
hayatında ilk defa kendini gerçekten ifade ettiğini hissetti. Sabah olduğunda,
masasının üzerinde tamamlanmış bir hikâye duruyordu. Okudu, beğendi, bazı
yerlerini düzeltti. Ama en çok dikkatini çeken şey, hikâyenin son cümlesi oldu:
"Yanılsamalı bakışlarla gördüğümüz dünya,
bize gerçeği göstermez; gerçek, ancak o yanılsamaların ardına geçmeyi
başardığımızda görünür hale gelir."
Adam gülümsedi. Belki de Teknosa'da kafasında
yanan o ışık, bu cümlenin ilk kıvılcımıydı. Yazmak için dışarıda aramıştı
ilhamı, ama bulduğu şey içinde hep vardı. Tıpkı hayatta aradığımız mutluluğun,
tutkuyla peşinden koştuğumuz anlamın ve özümsenmiş bir varoluşun bizim içimizde
olması gibi. Şimdi yeni bir gün başlıyordu ve adam, nihayet kendini ifade
etmenin huzuruyla, yazmaya devam etmek için sabırsızlanıyordu.
Yorumlar
Yorum Gönder