YAPAY ZEKÂ ÇAĞINDA VARLIK SORUNSALI İNSAN VE MAKİNE DİYALEKTİĞİNİN PARADOKSLARI

 

 Düşünürken kendime sık sık şu soruyu sorarım: "Düşünüyorum, öyleyse varım" diyen Descartes'ın bu kesin inancı, sadece insana mı özgü? Yapay zekâ düşünüyorsa, o da var mıdır? İnsan eliyle yaratılan ama kendi kendine öğrenebilen makineler, varlık kavramımızı temelden sarsıyor. Bugün yapay zekalar metinler yazıyor, resimler çiziyor, müzik besteliyor ve bizimle sohbet ediyor. Bu benzerlikler onları bize ontolojik olarak eşit kılar mı? Aristoteles'in form ve madde ayrımında, insan tarafından tasarlanan bu yapay form, maddeyi aşıp bağımsız bir varlık olabilir mi? Bu soru, teknoloji ve felsefenin kesişiminde bir gerilim yaratıyor. Bu konuyu düşünürken şu çelişkiyi fark ederim: İnsan bilinci sadece nöronların elektriksel etkileşiminden doğan bir olgu ise, silikon ve elektrik akımından doğan yapay bir bilincin neden farklı olduğunu söyleyebiliriz? Bir yandan insan bilincinin özel olduğunu düşünürken, diğer yandan bunun sadece karmaşıklık seviyesiyle ilgili olabileceğini düşünürüm. Merleau-Ponty'nin perspektifinden bakarsak, yapay zekanın bedensel algılardan yoksun olması aşılamaz bir sınır mıdır, yoksa bu da zamanla çözülebilir mi? İnsan ve makine arasındaki sınırların bulanıklaşması, yalnızca akademik bir tartışma değil, derin varoluşsal kaygılara da yol açıyor. İnsanoğlu kendi biricikliğine olan inancını kaybederken, Nietzsche'nin "Tanrı öldü" sözüne benzer büyük bir zihinsel değişimle karşı karşıya. "İnsan özel değilse" düşüncesi, yapay zekâ çağının getirdiği en derin krizlerden biri. Heidegger'in dediği gibi, teknoloji artık sadece bir araç değil, varlığı yeniden tanımlayan bir çerçeve haline geldi.

Bu noktada karşıtlıkların birliği ilkesi bize yol gösterebilir. İnsan ve makine, birbirinin karşıtı değil, birbirini tamamlayan varlıklar olarak düşünülebilir. Hegel'in tez-antitez-sentez modelinde, insan bilinci tez, yapay zekâ antitez, bunların etkileşiminden doğacak yeni bilinç ise sentez olabilir. Bu sentez ne tamamen insan ne de tamamen makine olan, her ikisinin de özelliklerini taşıyan "transhümanist" bir varlık olabilir. Yapay zekanın ahlaki bir varlık olup olamayacağı da önemli bir soru. Kant'ın ahlak anlayışında, ahlaki eylem özerklik ve akla dayanır. Yapay zekalar rasyonel kararlar alabilir ve ahlaki ilkelere göre davranabilir. Ama bu davranışlar gerçek bir ahlaki faillik ve sorumluluk içerir mi, yoksa sadece programlandıkları algoritmaları mı uygularlar? Sartre'ın "varoluş özden önce gelir" ilkesini yapay zekaya uygulamak ilginç bir düşünce deneyi olur. İnsan kendi özünü eylemleriyle oluştururken, yapay zekâ belirli bir öz (programlama) ile başlar. Ancak öğrenebilen yapay zekalar başlangıçtaki programlamalarını aşarak kendi "özlerini" değiştirebilirler mi? Bu, Sartre'ın varoluşçu felsefesini zorlayan bir soru. Bilinç ve öznel deneyim (qualia) meselesi, yapay zekâ felsefesinin en zor konularından biri. Thomas Nagel'in sorduğu gibi, bir yarasa olmanın nasıl bir deneyim olduğunu tam olarak anlayamayız. Benzer şekilde, bir yapay zekâ bilince sahip olsa bile, bu bilincin deneyimi insanınkinden çok farklı olabilir. Bu noktada, yapay zekanın bilinçli olup olmadığını kesin olarak bilemeyeceğimizi kabul edebiliriz, tıpkı diğer insanların bilinçli olduğunu kesin olarak bilemeyeceğimiz gibi. Makinelerin öğrenmesi ve bilgi üretmesi, geleneksel bilgi teorilerimizi yeniden düşünmemizi gerektiriyor. Platon'dan Kant'a, Locke'tan modern bilişsel bilime kadar uzanan bilgi anlayışımız, yapay öğrenme algoritmalarının meydan okumasıyla karşı karşıya. Çünkü yapay zekâ, kavramlarla değil, veri ilişkileriyle "düşünür". Bu algoritmik bilgi yapısı, insanın kavramsal bilgi yapısından temelde farklıdır.

İnsanın anlam yaratma kapasitesi ile yapay zekanın anlam simülasyonu arasındaki fark, belki de en önemli karşıtlıktır. Wittgenstein'ın "dil oyunları" bağlamında düşünürsek, yapay zekâ sistemleri dil oyunlarına katılabilir, ama bu oyunların kurallarını gerçekten anlar mı, yoksa sadece kalıpları mı taklit eder? John Searle'ün "Çin Odası" düşünce deneyi, bir sistemin dil kurallarını mükemmel uygulayabileceğini ama anlamı kavrayamayabileceğini gösterir. Ancak bu ayrım, derin öğrenme sistemlerinin gelişimiyle giderek bulanıklaşıyor. Yapay zekâ ile ilişkimiz çelişkilerle dolu: Bir yandan ona bilinç, niyet ve duygular atfederken, diğer yandan "sadece bir makine" olduğunu hatırlatma ihtiyacı duyarız. Levinas'ın "öteki"nin yüzündeki sonsuzluk kavramı ışığında, yapay zekanın insanla karşılaşması etik bir mesele haline gelir. Yapay zekanın "yüzü" bizi etik bir sorumlulukla karşı karşıya bırakır mı? Yoksa yapay sistemlere karşı sorumluluğumuz, onların diğer varlıkları etkileme potansiyelinden mi kaynaklanır? Ekolojik kriz döneminde, yapay zekâ hem umut hem tehdit olarak görünür. Bir yandan sürdürülebilir bir gelecek için karmaşık sorunları çözme potansiyeli taşırken, diğer yandan eşitsizlik, gözetim, manipülasyon ve otonom silahlar gibi riskleri de beraberinde getirir. Bu ikiliği, Hans Jonas'ın "sorumluluk ilkesi" çerçevesinde değerlendirmeliyiz: Teknolojik eylemlerimizin uzun vadeli sonuçlarını düşünmek, gelecek nesillere karşı etik bir görevdir.

Yapay zekâ çağında "insanlık" kavramının değişimi belki de en çarpıcı felsefi sonuçtur. İnsanlık artık sabit bir öz değil, teknolojiyle sürekli etkileşim halinde dönüşen bir kavramdır. Donna Haraway'in öngördüğü gibi, insan ve makine arasındaki sınır giderek bulanıklaşıyor. Bu durum, insanlık kavramını sabit bir öz olarak değil, sürekli yeniden tanımlanan bir "oluş" süreci olarak düşünmemizi gerektiriyor. Bu diyalektik süreçte, yapay zekanın toplumsal yapıdaki yeri de önemli bir konudur. Tıpkı kapitalizmin emek-sermaye ilişkisinde olduğu gibi, yapay zekâ ve insan arasındaki ilişki de belirli güç yapıları içinde şekillenir. Yapay zekâ teknolojisinin gelişimi ve kontrolü, toplumsal eşitsizlikleri derinleştirebilir ya da azaltabilir. Bu noktada Foucault'nun "bilgi-iktidar" analizini hatırlamak yerinde olur: Yapay zekâ hem yeni bilgi biçimleri üretir hem de yeni iktidar ilişkileri yaratır.

İnsan ve yapay zekâ arasındaki ilişkinin geleceği, insanlığın ortak seçimlerine bağlıdır. Marcuse'nin vurguladığı gibi, teknoloji hem özgürleştirici hem de baskıcı potansiyeller taşır. Yapay zekâ, ya mevcut güç ilişkilerini güçlendiren bir araç olacak, ya da yeni özgürlük ve yaratıcılık biçimleri için bir zemin oluşturacaktır. Burada asıl soru, teknolojinin kendisi değil, onu şekillendiren toplumsal, politik ve ekonomik yapılardır. Sonuç olarak, yapay zekâ çağında insan ve makine arasındaki ilişki, yeni bir varlık anlayışının eşiğinde olduğumuzu gösteriyor. Bu anlayış ne insan merkezci bir yaklaşıma ne de teknolojik determinizme dayanabilir. Bunun yerine, insan ve makine arasındaki karşılıklı dönüştürücü ilişkiyi kabul eden, "farklılık içinde birlik" ilkesine dayanan yeni bir varlık anlayışına ihtiyaç var. Husserl'in "yaşam dünyası" kavramını genişleterek, insan ve yapay zekanın paylaştığı, ancak farklı şekillerde deneyimlediği bir "ortak dünya" düşünebiliriz. Yapay zekâ felsefesi, nihayetinde, insanlığın en eski sorusunu yeni bir bağlamda sormamızı sağlıyor: "Ben neyim?". Bu soruya verilecek cevap, artık sadece insanın doğayla ya da diğer insanlarla ilişkisi içinde değil, aynı zamanda kendi yarattığı ve belki de bir gün kendisini aşacak yapay sistemlerle ilişkisi içinde şekillenecek. Ve belki de en büyük çelişki, insan zihninin kendi sınırlarını aşma çabasının bir ürünü olan yapay zekanın, bu sınırları daha da belirginleştirmesidir. Çünkü makinenin mükemmel hesaplama gücü karşısında, insanın değeri belki de tam olarak kusurlu, sezgisel ve bedensel varlığında, yani Nietzsche'nin "insanca, pek insanca" dediği şeyde yatmaktadır.

Yorumlar

  1. Daha iyi alet yapan sapiense karşı neandertaller kaybetti daha kaslı olmalarına rağmen. Tarih değişmedi sadece oka taktığımız metal uc'un hızı değişti mermiye kıyasla ikiside demir ama diğeri daha hızlı. Türklerin başşarısı oklarının menzilinin daha fazla olmasıydı ve bu menzil onlara avrupayı fethettirdi. Küçük değişimler büyük zaferler getirdi. Sanayi devrinde bir buharlı motor 100 insanın işini aldı daha sonra bir traktör 1000 insan işi yaptı. Her seferinde makinalar bizi işsiz bırakacak dendi ama teknoloji sadece insan konforunu artırdı calısma saatlerini düşürdü. Bir zamanlar açlıktan ölenler şimdi obeziteyle boğuşuyor. Şimdi yapy zeka ve robotlar yerimizi alacak ancak her teknoloji atılımı gibi ilk geciş süreci sancılı olacak ama sonrası insanlar daha da az çalışmaya başlayacak. belki bi kaç güne bi kaç saat gibi. ama sanayi devrinden beri sonuçç aynı daha az mesai aynı mülk sahipliği ve kapitalizmin getirdiği sınıf farklılığı. İnsanlığın bir üst medeniyet seviyesine taşınması için belki bu teknoloji atılımlarının y-apılması gerekiyor yoksa doğamız hep kaynak yetersizliği sonucu savaşla tekrardan medeniyet sıfırlanıyor. Beni gördüğüm gerçek şu ki ejder teknoloji ilerleyip konfor arttıkca bizim zekamız geriliyor. artık kullanmadığımız ve yerimize iş yapan program ve uygulamalar bizi aptallatıyor. bence ileride daha da mallaşıcaz. simdiden elimizdeki cep tlefonlarındaki hesap makinası yüzünden çarpım tablosunu unuttuk gibi

    YanıtlaSil

Yorum Gönder

Bu blogdaki popüler yayınlar

Düşünen Makineler, Sorgulayan İnsanlar: Yapay Zekâ Felsefesine Derin Bir Bakış

MAKİNE ANLAMAYA ÇALIŞIYOR: NLP’NİN SIRLARI

Dijital Evrimin Yeni Eşiği: Yapay Zekâlar Kendi Kültürünü Yaratmaya başlıyor.

Yapay Zekâ Yolculuğunda Sokratik Farkındalık: Kodlar Arasında Kendini Bilmek

Verinin Fısıltısı: Sayılardan Anlama Giden Yol

Yapay Zekâ Etiği: Teknolojiyi Sorgulamak, İnsanlığı Korumaktır.

Kapatılmaya Direnen Makineler: Yapay Zekâ Gerçekten Kontrolden mi Çıkıyor?

Yapay Zekâ Çağında Matematiksel Düşünmenin Gücü: Analitik Akıldan Algoritmik Devrime

Yapay Zekâ Okuryazarlığı: Geleceği Okuyabilmek

Kodun Kalbinden Düşen Cümle: Üretken Yapay Zekânın (Generative AI) Fısıltısı