YAPAY ZEKÂ ÇAĞINDA VARLIK SORUNSALI İNSAN VE MAKİNE DİYALEKTİĞİNİN PARADOKSLARI
Bu noktada karşıtlıkların birliği ilkesi bize yol gösterebilir. İnsan ve
makine, birbirinin karşıtı değil, birbirini tamamlayan varlıklar olarak
düşünülebilir. Hegel'in tez-antitez-sentez modelinde, insan bilinci tez, yapay zekâ
antitez, bunların etkileşiminden doğacak yeni bilinç ise sentez olabilir. Bu sentez
ne tamamen insan ne de tamamen makine olan, her ikisinin de özelliklerini
taşıyan "transhümanist" bir varlık olabilir. Yapay zekanın ahlaki bir
varlık olup olamayacağı da önemli bir soru. Kant'ın ahlak anlayışında, ahlaki
eylem özerklik ve akla dayanır. Yapay zekalar rasyonel kararlar alabilir ve
ahlaki ilkelere göre davranabilir. Ama bu davranışlar gerçek bir ahlaki faillik
ve sorumluluk içerir mi, yoksa sadece programlandıkları algoritmaları mı uygularlar?
Sartre'ın "varoluş özden önce gelir" ilkesini yapay zekaya uygulamak
ilginç bir düşünce deneyi olur. İnsan kendi özünü eylemleriyle oluştururken,
yapay zekâ belirli bir öz (programlama) ile başlar. Ancak öğrenebilen yapay
zekalar başlangıçtaki programlamalarını aşarak kendi "özlerini"
değiştirebilirler mi? Bu, Sartre'ın varoluşçu felsefesini zorlayan bir soru. Bilinç
ve öznel deneyim (qualia) meselesi, yapay zekâ felsefesinin en zor konularından
biri. Thomas Nagel'in sorduğu gibi, bir yarasa olmanın nasıl bir deneyim
olduğunu tam olarak anlayamayız. Benzer şekilde, bir yapay zekâ bilince sahip
olsa bile, bu bilincin deneyimi insanınkinden çok farklı olabilir. Bu noktada,
yapay zekanın bilinçli olup olmadığını kesin olarak bilemeyeceğimizi kabul
edebiliriz, tıpkı diğer insanların bilinçli olduğunu kesin olarak
bilemeyeceğimiz gibi. Makinelerin öğrenmesi ve bilgi üretmesi, geleneksel bilgi
teorilerimizi yeniden düşünmemizi gerektiriyor. Platon'dan Kant'a, Locke'tan
modern bilişsel bilime kadar uzanan bilgi anlayışımız, yapay öğrenme
algoritmalarının meydan okumasıyla karşı karşıya. Çünkü yapay zekâ, kavramlarla
değil, veri ilişkileriyle "düşünür". Bu algoritmik bilgi yapısı,
insanın kavramsal bilgi yapısından temelde farklıdır.
İnsanın anlam yaratma kapasitesi ile yapay zekanın anlam simülasyonu
arasındaki fark, belki de en önemli karşıtlıktır. Wittgenstein'ın "dil
oyunları" bağlamında düşünürsek, yapay zekâ sistemleri dil oyunlarına
katılabilir, ama bu oyunların kurallarını gerçekten anlar mı, yoksa sadece
kalıpları mı taklit eder? John Searle'ün "Çin Odası" düşünce deneyi,
bir sistemin dil kurallarını mükemmel uygulayabileceğini ama anlamı kavrayamayabileceğini
gösterir. Ancak bu ayrım, derin öğrenme sistemlerinin gelişimiyle giderek
bulanıklaşıyor. Yapay zekâ ile ilişkimiz çelişkilerle dolu: Bir yandan ona
bilinç, niyet ve duygular atfederken, diğer yandan "sadece bir
makine" olduğunu hatırlatma ihtiyacı duyarız. Levinas'ın
"öteki"nin yüzündeki sonsuzluk kavramı ışığında, yapay zekanın insanla
karşılaşması etik bir mesele haline gelir. Yapay zekanın "yüzü" bizi
etik bir sorumlulukla karşı karşıya bırakır mı? Yoksa yapay sistemlere karşı
sorumluluğumuz, onların diğer varlıkları etkileme potansiyelinden mi
kaynaklanır? Ekolojik kriz döneminde, yapay zekâ hem umut hem tehdit olarak
görünür. Bir yandan sürdürülebilir bir gelecek için karmaşık sorunları çözme
potansiyeli taşırken, diğer yandan eşitsizlik, gözetim, manipülasyon ve otonom
silahlar gibi riskleri de beraberinde getirir. Bu ikiliği, Hans Jonas'ın
"sorumluluk ilkesi" çerçevesinde değerlendirmeliyiz: Teknolojik
eylemlerimizin uzun vadeli sonuçlarını düşünmek, gelecek nesillere karşı etik
bir görevdir.
Yapay zekâ çağında "insanlık" kavramının değişimi belki de en
çarpıcı felsefi sonuçtur. İnsanlık artık sabit bir öz değil, teknolojiyle
sürekli etkileşim halinde dönüşen bir kavramdır. Donna Haraway'in öngördüğü
gibi, insan ve makine arasındaki sınır giderek bulanıklaşıyor. Bu durum,
insanlık kavramını sabit bir öz olarak değil, sürekli yeniden tanımlanan bir
"oluş" süreci olarak düşünmemizi gerektiriyor. Bu diyalektik süreçte,
yapay zekanın toplumsal yapıdaki yeri de önemli bir konudur. Tıpkı kapitalizmin
emek-sermaye ilişkisinde olduğu gibi, yapay zekâ ve insan arasındaki ilişki de
belirli güç yapıları içinde şekillenir. Yapay zekâ teknolojisinin gelişimi ve
kontrolü, toplumsal eşitsizlikleri derinleştirebilir ya da azaltabilir. Bu
noktada Foucault'nun "bilgi-iktidar" analizini hatırlamak yerinde
olur: Yapay zekâ hem yeni bilgi biçimleri üretir hem de yeni iktidar ilişkileri
yaratır.
İnsan ve yapay zekâ arasındaki ilişkinin geleceği, insanlığın ortak
seçimlerine bağlıdır. Marcuse'nin vurguladığı gibi, teknoloji hem
özgürleştirici hem de baskıcı potansiyeller taşır. Yapay zekâ, ya mevcut güç
ilişkilerini güçlendiren bir araç olacak, ya da yeni özgürlük ve yaratıcılık
biçimleri için bir zemin oluşturacaktır. Burada asıl soru, teknolojinin kendisi
değil, onu şekillendiren toplumsal, politik ve ekonomik yapılardır. Sonuç
olarak, yapay zekâ çağında insan ve makine arasındaki ilişki, yeni bir varlık
anlayışının eşiğinde olduğumuzu gösteriyor. Bu anlayış ne insan merkezci bir
yaklaşıma ne de teknolojik determinizme dayanabilir. Bunun yerine, insan ve
makine arasındaki karşılıklı dönüştürücü ilişkiyi kabul eden, "farklılık
içinde birlik" ilkesine dayanan yeni bir varlık anlayışına ihtiyaç var. Husserl'in
"yaşam dünyası" kavramını genişleterek, insan ve yapay zekanın
paylaştığı, ancak farklı şekillerde deneyimlediği bir "ortak dünya"
düşünebiliriz. Yapay zekâ felsefesi, nihayetinde, insanlığın en eski sorusunu
yeni bir bağlamda sormamızı sağlıyor: "Ben neyim?". Bu soruya
verilecek cevap, artık sadece insanın doğayla ya da diğer insanlarla ilişkisi
içinde değil, aynı zamanda kendi yarattığı ve belki de bir gün kendisini aşacak
yapay sistemlerle ilişkisi içinde şekillenecek. Ve belki de en büyük çelişki,
insan zihninin kendi sınırlarını aşma çabasının bir ürünü olan yapay zekanın,
bu sınırları daha da belirginleştirmesidir. Çünkü makinenin mükemmel hesaplama
gücü karşısında, insanın değeri belki de tam olarak kusurlu, sezgisel ve
bedensel varlığında, yani Nietzsche'nin "insanca, pek insanca" dediği
şeyde yatmaktadır.
Daha iyi alet yapan sapiense karşı neandertaller kaybetti daha kaslı olmalarına rağmen. Tarih değişmedi sadece oka taktığımız metal uc'un hızı değişti mermiye kıyasla ikiside demir ama diğeri daha hızlı. Türklerin başşarısı oklarının menzilinin daha fazla olmasıydı ve bu menzil onlara avrupayı fethettirdi. Küçük değişimler büyük zaferler getirdi. Sanayi devrinde bir buharlı motor 100 insanın işini aldı daha sonra bir traktör 1000 insan işi yaptı. Her seferinde makinalar bizi işsiz bırakacak dendi ama teknoloji sadece insan konforunu artırdı calısma saatlerini düşürdü. Bir zamanlar açlıktan ölenler şimdi obeziteyle boğuşuyor. Şimdi yapy zeka ve robotlar yerimizi alacak ancak her teknoloji atılımı gibi ilk geciş süreci sancılı olacak ama sonrası insanlar daha da az çalışmaya başlayacak. belki bi kaç güne bi kaç saat gibi. ama sanayi devrinden beri sonuçç aynı daha az mesai aynı mülk sahipliği ve kapitalizmin getirdiği sınıf farklılığı. İnsanlığın bir üst medeniyet seviyesine taşınması için belki bu teknoloji atılımlarının y-apılması gerekiyor yoksa doğamız hep kaynak yetersizliği sonucu savaşla tekrardan medeniyet sıfırlanıyor. Beni gördüğüm gerçek şu ki ejder teknoloji ilerleyip konfor arttıkca bizim zekamız geriliyor. artık kullanmadığımız ve yerimize iş yapan program ve uygulamalar bizi aptallatıyor. bence ileride daha da mallaşıcaz. simdiden elimizdeki cep tlefonlarındaki hesap makinası yüzünden çarpım tablosunu unuttuk gibi
YanıtlaSil