İYİLİĞİN DİYALEKTİĞİ AHLAKİ İKİLEMİN KAÇINILMAZ PARADOKSU
İyilik
nedir? İstenilen beğenilen nitelikte olandır. İyi olma durumu ya da karşılığı
beklenilmeden yapılan yardım diye iyiliği tanımlarız. Bu tanımlarda iyiliğin
sosyal bir kavram olduğu rahatlıkla anlaşılacaktır. Peki sosyal bir kavram ise
iyilik, o zaman değişkenlik göstermesi de kaçınılmaz değil midir?
Bu
sorgulama, ahlak felsefesinin en temel sorunlarından birini ortaya koyar:
İyilik, evrensel bir hakikat midir yoksa toplumsal uzlaşım sonucu oluşan
göreceli bir kavram mıdır? Immanuel Kant, "Kategorik Imperatif"
kavramında, iyiliği evrenselleştirilebilir ahlaki yasalara bağlar. Ona göre,
bir eylem ancak herkes tarafından benimsenebilecek bir evrensel kural
oluşturabiliyorsa iyidir. Buna karşılık, Friedrich Nietzsche "iyi ve
kötünün ötesinde" bir perspektiften, ahlaki değerlerin tarihsel ve
kültürel inşalar olduğunu savunur.
Mutlak
iyilikten bahsedilebilir mi? Diğer bir deyişle kişiden kişiye, toplumdan
topluma değişmeyen, kendi başına var olan hiçbir şeye bağlı olmayan bir
iyilikten söz edilebilir mi? Bu soru, Platon'un idealar teorisini akla getirir.
Platon için "iyilik ideası" tüm ideaların en yücesi, en temelidir ve
değişmez gerçekliği temsil eder. Ancak modern düşüncede, özellikle antropoloji
ve kültürel görecelilik perspektifinden, mutlak iyilik fikri giderek daha fazla
sorgulanmaktadır.
İnsanoğlu
hemen hemen bütün kavramlarda olduğu gibi bu kavramı da toplumsallaşmanın
tortusal zemininde öğreniyor. Michel Foucault'nun "biyo-iktidar" ve
"söylemsel pratikler" kavramları, ahlaki değerlerin toplumsal kontrol
mekanizmalarıyla nasıl üretildiğini ve yayıldığını açıklar. Benzer şekilde,
Pierre Bourdieu'nün "habitus" kavramı, ahlaki değerlerin sosyal
yapılar tarafından nasıl içselleştirildiğini ve yeniden üretildiğini gösterir.
Daha sonra
da bu inşada insanoğlunun kafasında oluşu veriyor neyin iyi neyin iyi olmadığı.
Hatta bu kavram o kadar göreceli hale geliyor ki, aynı toplumsal düzende
bulunsan dahi bireylerin iyilikleri bile çatışabilecek hale geliyor. Bu gözlem,
Max Weber'in "değer çatışması" teorisiyle uyumludur. Weber'e göre,
modern toplumda farklı değer alanları (ekonomik, siyasi, dinî, estetik) kendi
içsel mantıklarına göre işler ve bunlar arasında kaçınılmaz çatışmalar ortaya
çıkar. Bu durumda, farklı "iyilik" anlayışları arasında rasyonel bir
uzlaşma sağlamak imkânsız hale gelir.
Bu çatışmada
ne gariptir iyilik kavramının karşıtı olan kötülük kavramı kendini
gösterebilmektedir. Peki şöyle denilebilir mi; insanların iyiliklerinin
çatışması sonucu kötülük çıkıyorsa, bu iyiliklerin kaynağında zaten kötülüğün
var olması gerekmez mi? Yani en dip iyiliğin yanında insanın bir de kötülüğünün
var olma sorunu.
Bu derin
paradoks, Hegel'in diyalektik felsefesindeki "çelişkinin birliği"
kavramını hatırlatır. Hegel'e göre, her kavram kendi karşıtını içinde
barındırır ve gelişim süreci bu karşıtlıkların sentezinden doğar. G.W.
Leibniz'in "Teodise" eserinde ele aldığı "kötülük problemi"
de benzer bir paradoksa işaret eder: Eğer Tanrı mutlak iyi ise, dünyadaki
kötülük nasıl açıklanabilir? Leibniz'in cevabı, kötülüğün daha büyük bir iyilik
için gerekli olduğu yönündedir.
Hannah
Arendt, "Kötülüğün Sıradanlığı" kavramıyla, kötülüğün çoğu zaman
bilinçli bir kötü niyet değil, düşünce eksikliğinden, ahlaki tembellikten
kaynaklandığını öne sürer. Bu bağlamda, kötülük, iyiliğin yokluğu veya ihmal
edilmesi olarak da anlaşılabilir. Paul Ricoeur ise "kötülüğün
sembolizmi" çalışmasında, kötülüğün bir "fazlalık" olduğunu,
yani kavranabilir ve açıklanabilir sınırları aştığını savunur.
"Ne
yapmalıyız?" sorusu geliveriyor insanın aklına. Bu soru, Kant'ın
"Pratik Aklın Eleştirisi"nde merkezi bir yer tutar. Kant için ahlaki
eylem, doğru ilkelere dayanan bir niyetten kaynaklanmalıdır. Ancak bu ilkelerin
uygulanması, çoğu zaman karmaşık etik ikilemler yaratır.
Eğer
iyiliklerin çatışması sonucu kötülük kavramı kendini gösteriyorsa, bunu
engelleyemeye çalışmak da daha büyük kötülüklerin önünü açacaktır. Bu düşünce,
Friedrich Hayek ve Karl Popper gibi liberal düşünürlerin "toplumsal
mühendislik" eleştirisiyle paralellik gösterir. Onlara göre, toplumu
mükemmelleştirme çabaları, genellikle daha büyük sorunlara yol açar.
"Yolun cehenneme giden kısmı iyi niyetlerle döşelidir" atasözü, bu
paradoksal durumu güzel özetler.
Her iyiliğin
yanında kötülüğün var olacağı şüphesizdir. Aralarındaki ilişkinin karmaşıklığı
karşısında insanoğlu ne yapacağını bilemez durumdadır. Bu çıkmaz, Albert
Camus'nün "absürd" kavramıyla açıklanabilir. Camus'ye göre, evrenin
anlamsızlığı karşısında insan, sürekli bir anlam arayışı içindedir. Bu arayış,
kaçınılmaz olarak hayal kırıklığıyla sonuçlansa da bu çaba insanın özgürlüğünün
ve onurunun temelidir.
Bu
bilgisizlikten kaynaklanan yönelimler insanoğlunda geçmişte olduğu gibi çeşitli
tabuların varlığını ortaya çıkaracaktır. İnsanoğlu tanrının bu şakasıyla
avunacak pervasız bir biçimde. Bu gözlem, Sigmund Freud'un "uygarlığın
huzursuzluğu" tezini anımsatır. Freud'a göre, insan uygarlığı, temel
içgüdülerimizin bastırılması üzerine kuruludur ve bu baskılama, kaçınılmaz
olarak psikolojik rahatsızlıklara yol açar. Dinî tabular ve ritüeller, bu
bastırma sürecinin toplumsal tezahürleridir.
Yine bir
çocuk çıkacak ve diyecek ki; "Anne dünya ve insanlar neden kötü?" Bu
saf ve masum soru, felsefenin en temel ve en eski sorularından birini içerir.
Platon'un mağara alegorisinde olduğu gibi, bazen hakikati görmek için çocuksu
bir saflık ve merak gerekir. Nietzsche'nin "çocuk ruhu" kavramında
vurguladığı gibi, gerçek bilgelik, dogmaları sorgulamak ve yeni değerler
yaratmak için çocuksu bir merak ve oyunculuk gerektirir.
Bu sorunun
evrenselliği ve zamansızlığı, Dostoyevski'nin "Karamazov
Kardeşler"deki "isyan" bölümünü hatırlatır. İvan Karamazov,
Tanrı'nın varlığını reddetmez, ancak dünyadaki masum çocukların acılarını
görüp, "biletini iade eder". Bu trajik isyan, iyilik ve kötülük
paradoksunun en dokunaklı ifadelerinden biridir.
Belki de
iyilik ve kötülük üzerine düşünmenin en yapıcı yolu, Emmanuel Levinas'ın
"öteki"ne yönelik sorumluluk etiğinde bulunabilir. Levinas'a göre,
etik, soyut ilkelerden ziyade, karşımızdaki insanın yüzünde, onun
kırılganlığında ve bizden isteyebileceği şeylerde temellenir. Bu yaklaşım,
mutlak iyilik arayışından ziyade, somut durumlarda "öteki"ne karşı
sorumluluğumuzu vurgular.
Iris
Murdoch, "Bir İyilik Görüşü" (The Sovereignty of Good) adlı eserinde,
iyiliği bir "görüş meselesi" olarak ele alır: İyi olmak, dünyayı
doğru görmekle, gerçekliği tüm karmaşıklığıyla algılamakla ilgilidir. Bu bakış
açısı, iyilik ve kötülük üzerine düşünmeyi soyut ahlaki ilkelerden ziyade, algı
ve dikkat pratiği olarak önerir.
Sonuç
olarak, iyilik ve kötülük arasındaki diyalektik ilişki, insanlık tarihinin en
derin ve en sürekli sorgulamalarından biridir. Bu sorgulama, kesin cevaplardan
ziyade, sürekli bir düşünme ve yeniden değerlendirme süreci gerektirir. Belki
de iyiliğin paradoksu, tam da bu sürekli sorgulamanın kendisinde, mutlak
cevaplar aramak yerine, somut durumlarda etik bir duyarlılıkla hareket etme
çabasında aşılabilir. Martin Buber'in "Ben-Sen" ilişkisi kavramında
olduğu gibi, belki de gerçek iyilik, soyut ilkelerden ziyade, diğer insanlarla
kurduğumuz otantik ve diyalogsal ilişkilerde, onların biricikliğini ve değerini
tanımada yatar. Bu yaklaşım, iyilik ve kötülük arasındaki karmaşık ilişkiyi inkâr
etmeden, yine de etik bir yaşam sürdürmenin mümkün olduğunu gösterir
Yorumlar
Yorum Gönder