AŞKIN GÖZLERİ
AŞKIN GÖZLERİ
Akşamın koyu gölgeleri, şehrin üzerine yavaşça
çökerken, adam apartmanının balkonunda tek başına oturuyordu. Gökyüzü turuncu
ve mor tonların dansıyla renklenirken, elindeki gümüş kaplama çakmakla
sigarasını yaktı. Afili sigarasından derin bir nefes çekti, dumanı
akciğerlerine doldurdu ve yavaşça gökyüzüne doğru üfledi. Duman, havada kıvrıla
kıvrıla yükselirken, gözleri uzaklara daldı.
Aşkın gözlerini düşünmeye başladı. O kehribar
rengi gözler, içlerinde saklı bir evrenle, onu bu dünyadan koparıp bambaşka bir
alemde yaşamaya davet ediyordu sanki. Sevdiği kadının gözlerindeki o derinlik,
adamı hem korkutuyor hem de cezbediyordu. Her aklına gelişinde sanki ciğerleri
sorumluymuş gibi sigarasından daha derin nefes çekiyordu, dumanla birlikte
acısını da havaya savurmak istercesine.
Telefonunu çıkardı cebinden. Son mesajlarına
baktı. Gece üçte yazılmış, "Uyudun mu?" mesajına kadın ertesi sabah
cevap vermişti: "Özür dilerim, dün erken yattım." Bu kısa, basit
cevap bile adamın kalp atışlarını hızlandırmaya yetmişti. Parmakları ekranda
gezindi, onun fotoğraflarına bakmak istedi. Ama kendini tuttu. Bu bir tür
kendine işkence gibiydi.
En son konuşmaları aklına geldi. İki saat süren
telefon görüşmesinde, hayattan, sanatlardan, kitaplardan, müziklerden
konuşmuşlardı. Adam, o anların hiç bitmemesini istemişti. Telefonu kapatmak
istemeyişindeki çaresizliği hatırladı. Aşkın gözlerinde bulunan tanrısal
gözyaşı olmak istedi – onun hüzünlerini, sevinçlerini, tüm duygularını
paylaşmak, onun ruhunun bir parçası olmak...
Kadının sesini her duyduğunda, içinde bir şeyler
kıpırdanıyordu. Onunla konuşmak, daha fazla konuşmak ve daha fazla insan olmak,
ruhen adam olmak istiyordu. Metalaşan ilişkiler bütününden sıkılmıştı. Modern
zamanların tüketim ilişkilerinden, tinder sohbetlerinden, instagram
flörtlerinden, bir gecelik kaçamaklardan... Tüm bunlar artık midesini
bulandırıyordu.
"Onu istiyorum," diye fısıldadı
gökyüzüne, "evet, onu istiyorum."
Balkondaki ahşap sandalyede geriye yaslandı,
gözlerini kapattı. Toplumsal değerlere, geri zekalı insancıkların oluşturduğu
hiper gerçekliklere inat salt bir gerçek istiyordu. "Gerçek",
günümüzde o kadar sulandırılmış, o kadar çarpıtılmış, o kadar manipüle
edilmişti ki, artık kimse neyin gerçek neyin sahte olduğunu ayırt edemez
olmuştu. Ama o, sahtenin içindeki gerçeği görüyordu. Onu, sadece onu istiyordu
adam.
Kurumsal niteliği ile mutluluğu baltalayan
evlilik oyununu da istemiyordu. Evlilik, bir zamanlar sevginin kutsanması
olarak görülürken, şimdi bir statü sembolü, bir güvence belgesi, bir toplumsal
kabul etme ritüeli haline gelmişti. İnsanın insana zulmettiği bu niceliksel
dünyada, nitel bir gerçeklik istiyordu.
İsimsiz tepelere isim olmak adına haykırarak
ağlamak, bağırmak istiyordu. Kendinden geçercesine sevmek, sevilmek... Tek aciz
bir cümleyle, tek anlamsız gibi görünen yağmur damlası kılığındaki biricik
aşkını istiyordu... Çok mu şey istemişti insanlıktan?
Sigarasını söndürdü. İçeri girdi. Dairenin loş
ışığında, kitap raflarının arasında dolaştı. Bir kitap seçti, sonra vazgeçti.
Cep telefonunun ekranına baktı, yeni mesaj yoktu. Telefonundan ruhuna uygun
olan türküyü açtı – Neşet Ertaş'ın "Gönül Dağı". Türkünün yanık sesi
evde yankılanırken, mutfağa geçti. Kendine şekersiz bir kahve yaptı. Aç karnına
içtiği şekersiz kahvenin midesine verdiği acı bile güzel gelmeye başlamıştı.
Acı, onu gerçeğe bağlıyordu sanki. Fiziksel acı, duygusal acıyı bastırıyordu.
"Hava alayım," diye düşündü ve tekrar
balkona çıktı. Kavurucu gündüz sıcaklığının yerini, artık hafif bir serinlik
almıştı. Gecenin sessizliğinde, şehrin uzak gürültüsü bile bir ninni gibi
geliyordu kulağına.
O anda, yaklaşık bir haftadır okuduğu Georges
Politzer'in "Felsefenin Temel İlkeleri" adlı muhteşem yapıtındaki bir
anlatım aklına geliverdi: "Gerçek ancak kendi hareketi içinde kavranırsa
anlam kazanır." Bu cümlenin içerdiği diyalektik anlayış, şu anda yaşadığı
duygu karmaşasını açıklıyordu sanki.
Kendi gerçeği ile karşısındaki aşkın gözlerinin
gerçeği farklıydı. Bu da hareketteki farklılıkları zorunlu kılıyordu. Belki de
sevdiği kadın, onun gözündeki gibi mükemmel değildi. Belki de o gözlerin
ardında başka dünyalar, başka istekler, başka gerçekler vardı. Ve belki de bu
farklılık, aşkın asıl özüydü – iki farklı evrenin, birbirini anlama çabası...
Üzülmenin, acı çekmenin mantıksız bir hal aldığı
duygusal çelişkilere girmeye başladı. Bu çelişkilerin içinde debelendi durdu.
Bir yandan onu seviyordu, bir yandan onun kendisini asla sevmeyeceğini
düşünüyordu. Bir yandan ona ulaşmak istiyordu, bir yandan da bu ulaşma
çabasının boşuna olduğunu hissediyordu. Bir yandan aşkı yüceltiyordu, bir
yandan da aşkın bir yanılsama olduğunu düşünüyordu.
Bir sigaranın ömrü kadar sürdü bu çelişki
sorunsalı. Son nefesini de söndürürken, zihnindeki karmaşa da sanki biraz
yatışmış gibiydi. Şimdi kendini daha iyi hissediyordu. Çelişkiler açığa
çıktığında, insan kendini daha özgür hissederdi çünkü.
İnsanoğlunun mistik gülümsemelere karşı zafiyeti
aklına geldi. Durağan, dogmatik sırıtışların adeta eroin gibi insanoğlunu
sarmasını da düşünmeden edemedi. İnsanlar neden hep mutlu görünmeye
çalışırlardı? Neden mutsuzluk, bir zayıflık belirtisi gibi görülürdü? Acı
çekmek, üzülmek, yalnız kalmak... Bunlar da insan olmanın parçalarıydı. Hatta
belki de en değerli parçaları...
Aşkın gözleri biraz daha farklıydı sanki. Onun
gözlerinde dogmatik bir mutluluk değil, derin bir huzursuzluk, sonu gelmeyen
bir arayış vardı. Ve belki de onu bu kadar çekici yapan şey de buydu. O da
arayış içindeydi, o da çelişkileriyle boğuşuyordu, o da kendi gerçeğinin
peşindeydi.
Çelişkinin içte oluşunun ve bunun sonucu olarak
da çelişkinin yenileştirici kudretini kanıksar gibi oldu. Çelişki, değişimin
motoruydu. Çelişkisiz bir varlık, durağandı, ölüydü. Çelişki ise hareketti,
yaşamdı.
O an kocaman bir kahkaha atmaya başladı adam.
Kahkahası, gecenin sessizliğini bölerken, dairesinin camları titredi.
Etrafındakiler, balkonlardan, pencerelerden şaşkınlıkla adama bakmaya
başladılar.
Adam, simüle edilmiş aşkın gözlerini değil de
çelişkileriyle zenginleşen devinimsel gerçek aşkın gözlerini aklıyla görmesinin
mutluluğunu yaşıyordu. Belki de aşk, tam da bu çelişkilerle var oluyordu. Belki
de aşk, iki insanın birbirine benzemeye çalışması değil, farklılıklarıyla
birbirini tamamlamasıydı.
Telefonunu çıkardı ve mesaj yazdı: "Bugün
seni çok düşündüm. Seninle konuşmak istiyorum."
Mesajı göndermeden önce bir an duraksadı. Sonra
gülümsedi ve gönder tuşuna bastı. Artık çelişkilerden korkmuyordu. Artık
gerçeğin, kendi hareketi içinde kavranabileceğini biliyordu.
Balkonda, yıldızların altında oturmaya devam
etti. Cevap gelse de gelmese de artık içi rahattı. Gerçeğin, kendi içindeki
çelişkileri görmek, kabul etmek ve onlarla yaşamayı öğrenmek olduğunu
anlamıştı. Aşkın gözleri de işte bu gerçeği yansıtıyordu. Karmaşık, çelişkili
ama bir o kadar da gerçek...
Telefonundan gelen bildirim sesiyle irkildi.
Ekrana baktı, kalbi hızlandı:
"Ben de seni düşünüyordum. Ara beni."
Evet, gerçek ancak kendi hareketi içinde
kavranırsa anlam kazanırdı. Ve şimdi, bu hareket başlıyordu.
Yorumlar
Yorum Gönder