DURUMSAL DÜRÜSTLÜĞÜN ONTOLOJİSİ MODERN ÇAĞDA HAKİKATİN PARÇALANIŞI
DURUMSAL
DÜRÜSTLÜĞÜN ONTOLOJİSİ
MODERN
ÇAĞDA HAKİKATİN PARÇALANIŞI
"Dürüstlük"
nedir?
"Dürüstlük
T.D.K sözlüğünde "doğruluk" olarak, diğer sözlüklerde ise "özü
sözü bir olma", "olanı olduğu gibi yansıtma", "gerçeği
saklamama", "bildiğinden, inandığından ve olduğundan başka türlü
görünmeye veya göstermeye çalışmama" olarak tanımlanır. Eski Türkçedeki
karşılığı samimiyettir." (vikipedi özgür ansiklopedi)
Bu tanım,
dürüstlüğün dilsel anlamını veriyor olsa da felsefi boyutunu tam olarak
yakalayamaz. Dürüstlük, Kant'ın deontolojik etiğinde merkezi bir yer tutar.
Kant için yalan söylemek, koşullar ne olursa olsun, kategorik imperatif ile
çelişir. "Bir yalan, insanlığı bir bütün olarak incitir," der Kant,
çünkü yalan söyleme pratiği, evrenselleştirildiğinde, güven ve rasyonel
iletişimin temeli olan sosyal sözleşmeyi zedeler. Nietzsche ise "Ahlakın
Soykütüğü"nde, dürüstlüğü (Redlichkeit) en yüce erdem olarak tanımlar.
Nietzsche için dürüstlük, özellikle kişinin kendisine karşı dürüst olması,
"hakikat istenci"nin bir ifadesidir.
Günümüzde
insanoğlu dürüst olduğu zaman her şeyini kaybetme riski ile karşı karşıya
kaldığı için kendince bir çözüm yolu olarak "Durumsal dürüstlük"ü
benimsemektedir. Diğer bir deyişle, karşılaştığı olaylara ve kişilere göre
değişebilen dürüstlük anlayışı. Tabi ki burada salt dürüstlük olmadığı için
dürüst olmama hali ile de karşılaşmaktayız. Peki insanoğlu neden böyle bir
çözüme gerek duymuştur?
"Durumsal
dürüstlük" kavramı, çağdaş etik teorilerin önemli bir tartışma konusudur.
Erdem etiği geleneğinden gelen düşünürler, dürüstlüğün bağlamsal olduğunu,
ancak karakter bütünlüğünün korunması gerektiğini savunurlar. Aristoteles'in
altın orta (mesotes) ilkesi, her durumda uygulanabilecek katı kurallardan
ziyade, duruma göre uygun tepkiyi vermeyi önerir. Bernard Williams ise
"Truth and Truthfulness" adlı eserinde, hakikat ve dürüstlüğün modern
toplumda nasıl karmaşık bir hal aldığını inceler. Williams için, dürüstlük bir
erdem olarak korunmalıdır, ancak modern yaşamın karmaşıklığı içinde,
dürüstlüğün uygulanması bazen karmaşık etik kararlar gerektirir.
Sartre'ın
varoluşçu etiğinde, "otantiklik" kavramı, dürüstlüğün bir biçimi
olarak görülebilir. Sartre için, otantik bir varoluş, kişinin kendi özgürlüğünü
ve sorumluluğunu kabul etmesini, "kötü niyet" (mauvaise foi) halinden
kaçınmasını gerektirir. "Durumsal dürüstlük", bazen kötü niyetin bir
formu, bir kaçış stratejisi olabilir.
Sınıflı
toplumların oluşumundan bu yana insanın insan tarafından sömürüsüne dayanan
sistemlerin varlığı hep süregelmiştir. İnsanoğlu arasındaki ilişkiler bütünü de
bundan nasibini alarak kendi içselliğini ve samimiyetini yitirmiş adeta güven
duygusunun yok olmasına sebep olmuştur.
Bu tarihsel
analiz, Marx'ın yabancılaşma (entfremdung) kavramıyla yankılanır. Marx için,
kapitalist üretim ilişkileri, insanın sadece emeğine değil, aynı zamanda kendi
türsel varlığına, diğer insanlara ve doğaya yabancılaşmasına neden olur.
Lukács'ın "şeyleşme" (reification) kavramı da kapitalist toplumlarda
insan ilişkilerinin nasıl metalaştığını ve insanların birbirine şeyler gibi
davrandığını açıklar. Bu koşullar altında, dürüstlük gibi erdemlerin yerini
stratejik davranışlar alır.
Habermas'ın
"iletişimsel eylem teorisi", bu bozulmuş iletişim biçimlerini
eleştirir ve "ideal konuşma durumu" kavramını önerir. Habermas'a
göre, sağlıklı bir toplumsal yaşam, açık, şeffaf ve dürüst iletişime dayalı bir
"yaşam dünyası"nı gerektirir. Ancak ekonomik ve bürokratik
sistemlerin "yaşam dünyası"nı sömürgeleştirmesi, bu tür iletişimsel
pratikleri zorlaştırır.
İnsanları
muhtaç duruma düşürme politikası, kapitalist sistemlerin zorunluluğudur.
Paylaşım konusunda da egoist davranış sergilenmesi bu sistemlerdeki bireylerin
ortak özelliğidir. İkili ilişkileri düşündüğümüzde ise sonuç daha da vahim
olabilmektedir. Özellikle karşı cinsle olan münasebetlerde birbirini
metalaştırma zorunluluğu yine bu kapitalist dediğimiz sistemin hazin bir
çıktısıdır. Dolayısıyla kişiler, gerçeği olduğu gibi salt haliyle değil de
birbirlerine saptırarak gösterme de ustalaşmaktalar.
Bu
sosyo-ekonomik analiz, Frankfurt Okulu düşünürlerinin "araçsal akıl"
eleştirisiyle paralellik gösterir. Horkheimer ve Adorno'nun "Aydınlanmanın
Diyalektiği"nde belirttikleri gibi, modern rasyonalite, doğayı ve insanı
kontrol etmeye yönelik araçsal bir nitelik kazanmıştır. İnsanlar arası
ilişkiler de bu araçsallaşmadan nasibini alır. Bu bağlamda, dürüstlük,
stratejik hesapların ve çıkar ilişkilerinin kurbanı olur.
Feminist
filozof Simone de Beauvoir, "İkinci Cins" adlı eserinde, kadın-erkek
ilişkilerindeki sahiciliğin yitirilişini analiz eder. De Beauvoir'a göre,
ataerkil toplumda kadınlar "öteki" konumuna indirgenmiş ve
nesneleştirilmiştir. Bu asimetrik ilişkide, hakiki bir dürüstlük ve karşılıklı
tanıma mümkün değildir. Dürüstlük, ancak eşitler arasında gerçekleşebilir.
Michel
Foucault'nun "hakikat rejimleri" analizi de dürüstlük tartışmasına
önemli bir boyut katar. Foucault'ya göre, hakikat, iktidar ilişkilerinden
bağımsız değildir; her toplum kendi "hakikat rejimini" üretir. Modern
toplumda, iktidar ilişkileri, neyin doğru neyin yanlış olduğunu belirleyen
söylemsel pratikler üretir. Bu durumda, "durumsal dürüstlük", belki
de iktidar ilişkilerinin dayattığı "hakikat rejimi"ne bir direniş
biçimi olarak da okunabilir.
Bu şekilde
bir empoze ile bireylerin ötekileştirmelerinin önüne geçmek için unutulmaya yüz
tutmuş olan "Dürüstlük" kavramının, hiper gerçeklikle değiştirilmeye
çalışılan "Durumsal dürüstlük"ten farklı ve olması gereken olduğunu
anlatmak istedim. Lakin bütün bunlara rağmen hala "Dürüstlük"
kavramını yitirmeyen insanlar olduğunu da çok iyi bilmekteyim. Bu insanların
yakınımızda olmasını ise cani yürekten istemekteyim.
"Hiper
gerçeklik" kavramı, Jean Baudrillard'ın post-modern toplum analizinin
merkezi kavramlarından biridir. Baudrillard'a göre, modern toplumda gerçeklik,
göstergeler ve simülasyonlar tarafından öyle bir şekilde kuşatılmıştır ki,
artık gerçeklik ile simülasyon arasındaki sınır bulanıklaşmıştır.
"Simülakr ve Simülasyon" adlı eserinde Baudrillard, gerçeğin artık
bir kopyasının olmadığını, sadece simülasyonların bulunduğunu savunur. Bu
bağlamda, "durumsal dürüstlük", belki de post-modern durumun
kaçınılmaz bir sonucudur: Gerçeklik parçalanmış ve çoğullaşmışsa, dürüstlük de
bağlamsal ve çoğul olmak zorundadır.
Ancak
Emmanuel Levinas'ın etik anlayışı, bu post-modern göreceliliğe bir alternatif
sunar. Levinas için etik, "öteki"nin yüzünde karşılaşılan sonsuz
sorumluluktur. Dürüstlük, bu perspektiften, "öteki"ne karşı bir
sorumluluktur ve bu sorumluluk, koşullar ne olursa olsun, askıya alınamaz.
Levinas'ın etik anlayışı, mutlak ve koşulsuz bir dürüstlük talebini içerir.
Paul
Ricoeur'ün "anlatısal kimlik" kavramı da dürüstlük tartışmasına
değerli bir katkı sunar. Ricoeur'e göre, kimliğimiz, anlatılar aracılığıyla
inşa edilir ve bu anlatılar hem kendi deneyimlerimizi hem de başkalarıyla
ilişkilerimizi içerir. Bu bağlamda, dürüstlük, kişinin kendi hayat anlatısında
bir bütünlük ve tutarlılık sağlamasıdır. "Durumsal dürüstlük", belki
de kişinin anlatısal kimliğini koruma çabasının bir ifadesidir.
Sonuç
olarak, dürüstlük kavramı, modern ve post-modern toplumda karmaşık bir hal
almıştır. Bir yandan, Kant'ın mutlak dürüstlük talebi gibi deontolojik etik
anlayışlar, dürüstlüğün koşulsuz bir erdem olduğunu savunur. Öte yandan,
Aristoteles'in erdem etiği geleneği ve çağdaş komüniteryan düşünürler,
dürüstlüğün bağlamsal olduğunu, duruma ve ilişkilere göre değişebileceğini öne
sürer.
Post-modern
düşünürler ise, gerçekliğin ve hakikatin kendisinin sorunlu hale geldiği bir
çağda, dürüstlüğün nasıl mümkün olabileceğini sorgular. Belki de dürüstlük,
artık mutlak bir doğruluk ilkesi değil, Levinas'ın "öteki"ne karşı
sorumluluk etiğinde veya Ricoeur'ün anlatısal kimlik kavramında olduğu gibi,
ilişkisel ve diyalojik bir erdem olarak düşünülmelidir.
Ancak
unutulmamalıdır ki, kapitalist sistemin metalaştırıcı ve araçsallaştırıcı
etkilerine rağmen, dürüstlük erdemini koruyan insanlar hala vardır. Bu kişiler,
belki de Hannah Arendt'in "karanlık zamanlarda insanlık" olarak
adlandırdığı şeyi temsil ederler: Toplumsal yozlaşma ve ahlaki çürüme
dönemlerinde bile, insani değerleri ve erdemleri koruma cesaretini gösteren
bireyler. Dürüstlük, bu bağlamda, yalnızca kişisel bir erdem değil, aynı
zamanda politik bir direniş biçimidir.
Yorumlar
Yorum Gönder