İLİNEKSEL AŞKLAR
İLİNEKSEL AŞKLAR
Şehrin varoş bir mahallesinde, gürültülü apartmanın
en üst katında, adam bilgisayarının başında oturuyordu. Etrafını kitaplar, eski
dergiler, yarısı içilmiş kahve kupaları ve dağınık kağıtlar sarmıştı. Küçük bir
gezegeni andıran stüdyo dairesinin karışık kokusunu (biraz küf, biraz fazla
kitap, biraz daha fazla yalnızlık) derin bir nefesle içine çekti. Burası onun
evreni, sığınağı, bazen de hapishanesiydi.
Ekranın mavi ışığı yüzüne vururken, parmaklarını
klavyenin üzerinde gezdirdi. Sanal alemin karanlık dehlizlerinde, ilineksel
aşklar peşinden koşmaktaydı. Spinoza'nın felsefesinden ödünç aldığı
"ilineksel" kavramı, tam da aradığı ilişkileri tanımlıyordu. Özün
değil, varoluşun rastlantısallığından doğan, geçici, nedensiz ve belki de
anlamsız bağlantılar.
Tanışma uygulamasında profilleri tarıyordu. Her
bir fotoğrafta kendine göre bir hikâye, bir imkân arıyordu. Bazen yürekli,
bazen yüreksiz cümleler kurup duruyordu. "Merhaba, profilinizden çok
etkilendim" veya "Gözlerinizdeki hüznü fark etmemek imkânsız"
gibi klişeler... Bazen daha felsefi, daha entelektüel yaklaşımlar:
"Sartre'ın dediği gibi, varlığımız eylemlerimizden ibaretse, sizi tanımak
için bir kahve içmeyi önermeme ne dersiniz?"
Ekranda beliren her profil, her mesaj, her cevap,
yalnızlığının duvarlarını yıkacak bir umut kırıntısıydı. Pencereden dışarı
baktı. Şehrin ışıkları, gecenin karanlığında titreşiyordu. Uzakta, başka
apartmanlarda, başka insanlar da belki aynı yalnızlığı hissediyordu. Belki de
onlar da ekranlarının başında, sanal bir dünyada gerçek bir bağlantı arıyordu.
Tecrübelerinden biliyordu ki tanıştığı kadınlar
ikamet ettiği yerden olmalıydı. Uzak bağlantılar, uzaktan sevmeler, uzaktan
konuşmalar... Hiçbiri gerçek bir ilişkiyi doğurmuyordu. Sanal dünya her ne
kadar hayatımızı yönlendiriyor gibi görünse de gerçeklik yine aynı acımasız
ölümsüzlüğü ile ortadaydı. Ekranda parlayan bir gülümseme, gerçek hayatta yüz
yüze baktığınızda farklı görünüyordu. Uzaktan gelen kahkahalar, yanı başınızda
duyulduğunda başka ses tonlarına bürünüyordu.
Mesajlaşmaları filtreledi. Sadece şehir
merkezinde oturanları göster. Coğrafi yakınlık, duygusal yakınlığın garantisi
değildi elbette, ama en azından bir başlangıçtı.
Profilinde "Hayat kısa, anı yaşa" yazan
kırk yaşındaki bir kadınla mesajlaşıyordu şimdi. Kadın, üç günlük yazışmanın
sonunda bir kafede buluşmayı teklif etmişti. Adam kabul etmişti, başka ne
yapabilirdi ki zaten?
Ertesi gün, şehrin gürültüsünden uzak, küçük bir
kafede buluştular. Kadın, profilindeki fotoğraftan biraz daha yaşlı, biraz daha
yorgun görünüyordu. Ama gözlerinde, adamın uzun zamandır görmediği bir canlılık
vardı. Belki de bu canlılık, onun da bir arayış içinde olduğunu gösteriyordu.
Sohbet, başlangıçta zoraki bir biçimde ilerledi.
İsimleri, meslekleri, hobileri... Sanki bir iş görüşmesini andıran, resmi,
soğuk bir tanışma. Ama üçüncü kahveden sonra, konuşma derinleşmeye başladı.
Kadın, iki yıl önce boşandığını, eski eşinin onu aldattığını anlattı. Adam, hiç
evlenmediğini, uzun süreli ilişkilerden kaçtığını itiraf etti.
"Neden?" diye sordu kadın, meraklı bir
bakışla. "Neden uzun ilişkileri sevmiyorsun?"
Adam, bu soruyu kendine de çok sormuştu, ama net
bir cevap bulamamıştı. "Belki de" dedi düşünceli bir sesle,
"gerçek bir bağlantı kurmaktan korkuyorumdur."
Kadın gülümsedi. "Ya da belki, gerçek
bağlantının ne olduğunu henüz bulamamışsındır."
Bu sözler, adamın zihninde bir kapı açtı. Evet,
belki de sorun buydu. Gerçek bir bağlantı neydi? İki insanı birbirine bağlayan
şey, gerçekten aşk mıydı yoksa yalnızlıktan kaçma çabası mı?
Tanıştıkları elbette oluyordu. Bu kadınla olduğu
gibi, başka kadınlarla da buluşmuştu. Bazen bir akşam yemeği, bazen bir sinema
filmi, bazen de kısa süreli bir ilişki... Lakin çoğu evlilik ticaretini
benimseyen ruhsuz tüccarlardan ileri gitmiyordu. Evlilik, artık aşkın kutsal
bir tezahürü değil, ekonomik bir ortaklık, sosyal bir statü, belki de
yalnızlıktan kaçmanın garantili bir yolu olarak görülüyordu.
Kafe buluşması, kadının "Başka zaman yine
görüşelim mi?" sorusuyla sona erdi. Adam, nazikçe kabul etti, ama ikisi de
bunun gerçekleşmeyeceğini biliyordu. Bir sonraki akşam, adam yine
bilgisayarının başındaydı, yeni profilleri tarıyordu.
Bir an durdu ve düşündü: Neden böyle bir arayışa
girmişti? Yalnızlık denizinde boğulmamak adına böyle bir çırpınış ne kadar
doğruydu? Klavyeyi bir kenara itti ve koltuğunda geriye yaslandı. Dairesine
baktı. Kitapları, müzik setini, eski bir kediden kalma oyuncakları... Bu
eşyalar onun hayatını, onun hikayesini anlatıyordu. Ama bu hikâyede neden hep
bir eksiklik hissediyordu?
İçinde bir boşluk vardı ve bu boşluğu başka bir
insanla doldurmaya çalışıyordu. Ama belki de sorun, bu boşluğun varlığını kabul
etmemek, onunla yüzleşmemekti. Belki de yalnızlık, aslında kaçılması gereken
bir canavar değil, kucaklanması gereken bir öğretmendi.
Peki ya "doğru" dediğimiz şeyler neye
göre doğruydu? Toplumun dayattığı normlar mı, kendi içsel pusulamız mı bize yol
göstermeliydi? Modernizmin sonlarını yaşayan insanoğlunun takas niteliğine
bürünmüş algılama halinin sorumlusu kimdi? Teknoloji mi, kapitalizm mi, yoksa
insanın kendisi mi?
Pencereyi açtı. Gece havası içeri doldu. Şehrin
uğultusu, uzaktan gelen müzik sesleri, belki bir kavganın yankıları... Hepsi
birleşerek modern yaşamın senfonisini oluşturuyordu. Derin bir nefes aldı ve
gözlerini kapadı.
Belki de aradığı şey, başka bir insanda değil,
kendisindeydi. Belki de gerçek bağlantı, önce kendisiyle kurması gereken bir
köprüydü.
Telefonu çaldı. Ekrana baktı. Kafede tanıştığı
kadından bir mesaj: "Yarın akşam bir şeyler içmek ister misin?"
Gülümsedi. Belki bu sefer farklı olacaktı. Belki
bu sefer, ilineksel bir aşkın ötesine geçecekti. Ya da belki yine aynı döngüye
girecekti. Ama artık bunun cevabını biliyordu: İlineksel aşklar, kaçınılmaz
olarak geçici ve yüzeyseldi. Gerçek bağlantı, derinlikte, zaman içinde, emek ve
anlayışla inşa edilirdi.
"Evet," diye yazdı, "yarın akşam
görüşelim."
Bilgisayarının başından kalktı. Dairesindeki
dağınıklığı toplamaya başladı. Kitapları raflara yerleştirdi, boş kahve
kupalarını yıkadı, pencerenin önündeki çiçeğe su verdi. Dışarıdan bakıldığında
sıradan, basit eylemlerdi bunlar. Ama aslında, belki de en derin anlam bu
sıradan eylemlerde gizliydi.
İlineksel aşklar, gelip geçiciydi. Ama belki de
hayatın kendisi de öyleydi. Belki de gerçek hikmet, bu geçiciliği kabul etmek
ve her ânın değerini bilmekti. Belki de gerçek aşk, iki yarım insanın bir bütün
oluşturma çabası değil, iki bütün insanın birbirini tamamlama dansıydı.
Ertesi gün, aynı kafeye giderken, adımları daha
hafifti. İçinde hâlâ sorular vardı, ama artık bu soruların cevaplarını bulmak
için dışarıya değil, içeriye bakması gerektiğini biliyordu. İlineksel aşklar
peşinde koşmak yerine, belki de gerçek bir bağlantı kurmanın zamanı gelmişti.
Ve belki de bu bağlantı, önce kendisiyle olmalıydı.
Kafe kapısının önünde durdu. İçeride, dün
tanıştığı kadın onu bekliyordu. Derin bir nefes aldı ve içeri girdi. Bu sefer,
yürekli ya da yüreksiz cümleler kurmak yerine, sadece kendisi olmaya karar
vermişti. Ve belki de gerçek cesaret, tam da buydu.
Yorumlar
Yorum Gönder