EVLİLİK, AŞK VE SADAKATİN DİYALEKTİĞİ TOPLUMSAL NORMLAR VE BİYOLOJİK DÜRTÜLER ARASINDA
Bekar
olduğum zamanlarda evli birinin eşini neden aldattığına bir türlü anlam
veremezdim. Aslında şu anda da tam anlamıyla kavradığım söylenemez. Lakin
evliliği deneyimlemiş biri olarak, bu karmaşık olgunun sosyolojik ve felsefi
temelleri üzerine bazı düşünceler geliştirebiliyorum. Bu noktada öncelikle
sormamız gereken: Nedir evlilik? Sadece bir toplumsal kurum mu, yoksa daha
derin antropolojik ve felsefi boyutları olan bir varoluş biçimi mi?
Evlilik, en
temel tanımıyla, kişilerin hormonal güdülerini kontrol etme isteği ile bağlısı
olduğu toplumun oluşturduğu ahlaki, dini ve belirli hukuki kuralların
geçerliliği altında cinsel ilişkinin meşrulaşması sonucu bunun bir akitle
bağlanması olarak düşünülebilir. Ancak bu tanım, modern insanın evliliğe
yüklediği duygusal, psikolojik ve varoluşsal anlamları tam olarak
karşılayabilir mi?
Evlilik
düşüncesi bireyde oluşmaya başladığında, bireyin içinde yaşadığı sosyo-kültürel
çevrenin etkisiyle bireysel beğeni kriterleri şekillenmeye başlar. Bu
kriterlerin oluşumunda toplumsal değerler, aile modelleri, kültürel beklentiler
ve medya gibi faktörler etkilidir. Tabi bunu aşk ile karıştırmamak gerekir.
Aşk, nörobiyolojik araştırmaların da gösterdiği gibi, büyük oranda hormonal bir
süreçle oluşurken, evlilikte psikolojik ve sosyo-kültürel unsurlar ağır basar.
Bu noktada
şöyle bir soru akla gelebilir: Aşık olan, aşık olduğunu aldatır mı? Peki ya
aşkıyla evlenen? Bu soruların felsefe tarihinde de yankı bulduğunu görebiliriz.
Platon'un "Şölen" diyaloğundaki aşk tartışmasından, Sartre ve
Beauvoir'ın açık ilişki modellerine kadar, aşk ve sadakat arasındaki ilişki,
felsefi düşüncenin önemli sorgulama alanlarından biri olmuştur.
Aşkın
sosyoliteden daha gerçekçi ve biyolojik-hormonal sebepleri ışığında, aşık
olanın aşık olduğu kişiyi aldatma olasılığının düşük olduğu sonucuna
varabiliriz. Nörolojik araştırmalar, aşk halindeki bir beynin, dopamin,
oksitosin ve serotonin gibi hormonların etkisiyle, tek bir kişiye odaklanma
eğiliminde olduğunu gösteriyor. Helen Fisher gibi antropologlar, bu durumu
"romantik aşk" olarak adlandırır ve bunun insan evriminde monogami
eğilimini destekleyen bir adaptasyon olduğunu öne sürer.
Fakat aşık
olunanla evlenildiği zaman, aynı sonuca varmak güçleşir. Çünkü aşktaki hormonal
değişimler, evlilik süreciyle birlikte etkisini git gide azaltarak, evliliğin
sosyo-kültürel bir inşa olduğu gerçeğini gözler önüne serecektir. Bu noktada,
Schopenhauer'ın "aşkın illüzyonu" kavramı akla gelir; Schopenhauer'a
göre romantik aşk, türün devamını sağlamak için doğanın insana oynadığı bir
oyundur ve kaçınılmaz olarak sönecektir.
Bu durumda
en gerçekçi bağın da zayıflamasıyla aldatma olasılığının artabileceğini
söyleyebiliriz. Evlilik kurumunun tarih boyunca farklı kültürlerde farklı
şekillerde yorumlanması da bu karmaşıklığı artırır. Bazı toplumlarda çok
eşlilik norm iken, bazılarında katı monogami kuralları hüküm sürer. Bu da
evlilik ve sadakat kavramlarının büyük ölçüde kültürel inşalar olduğunu
gösterir.
Sonuç
olarak; evlilik dışı ilişkilerde nedenler çoğu kez daha karmaşık bir hal alır.
Toplumun kabul etmediği bu davranış kalıpları bireylerde psikolojik gerilimler
yaratır. Ahlaki kısır döngü içinde çıkmazlarla doludur. Kant'ın deontolojik
etiği açısından aldatma, kategorik imperatif ilkesine aykırı olduğu için ahlaki
açıdan savunulamaz görünür. Öte yandan, faydacı bir etik anlayışıyla bakan Mill
veya Bentham gibi filozofların bakış açısından, eylemin sonuçları ve yarattığı
toplam mutluluk/acı dengesi dikkate alınmalıdır.
Aldatmanın
nihai amacının ne olduğu sorusu da felsefi bir sorgulamayı hak eder. Kişinin
kendisini iyi hissetmesi ve hazcı bir felsefeyle doyuma ulaşma çabası olarak
görülebilir mi? Epiküros'un hazcılığı, basit hazların peşinden koşmayı değil,
acıdan kaçınmayı ve ruhsal dengeyi (ataraxia) hedefler. Bu bağlamda, kısa
vadeli cinsel haz arayışı, uzun vadede daha büyük acılara yol açabilecek bir
strateji olarak görülebilir.
Doyuma
ulaşabilir mi? İşte en çetrefilli soru budur. Sartre'ın "kötü niyet"
(mauvaise foi) kavramı, kendimizi aldatmamızın, özgürlüğümüzden kaçışımızın bir
biçimi olduğunu hatırlatır. Belki de evlilik dışı ilişkiler, modern insanın
varoluşsal boşluğunu doldurmak için başvurduğu, ancak gerçek doyumu sağlamaktan
uzak olan bir kaçış stratejisidir.
Albert
Camus'nün absürdizmi açısından bakıldığında, aşk ve evlilik arasındaki gerilim,
insanın anlam arayışı ile evrenin sessizliği arasındaki temel çelişkinin bir
yansıması olarak görülebilir. İnsan, biyolojik dürtüleriyle toplumsal normlar
arasında sıkışmış, tutarlı bir ahlaki çerçeve inşa etmeye çalışan absürd bir
varlıktır.
Belki de
evlilik, aşk ve sadakat üzerine düşünürken, kesin yanıtlar aramak yerine, bu
kavramların kültürel, biyolojik ve varoluşsal boyutlarını kabul ederek, daha
açık ve dürüst bir diyalog geliştirmeye ihtiyacımız vardır. Nietzsche'nin
"insanı-aşırı-insan" kavramı, belki de geleneksel ahlaki kalıpların
ötesinde, kendi değerlerini yaratabilen ve ilişkilerinde daha otantik olabilen
bir insan modelini işaret eder.
Evlilik ve
aşk arasındaki diyalektik, belki de çözülemez bir gerilimdir; ancak bu gerilimi
fark etmek ve onunla dürüstçe yüzleşmek, insan olmamızın getirdiği karmaşık
varoluşsal durumun bir parçasıdır.
Yorumlar
Yorum Gönder