ÇOCUKLUK DENEYLERİ BİLİM FELSEFESİNİN SEZGİSEL TEZAHÜRÜ

                           

Platonik aşklarımın umarsız, lümpen bir şekilde gülümsediği zamanlarda arkadaşımla (şu anda kendisi coğrafya öğretmeni) beraber izlediğimiz bir bilim-kurgu filminin etkisiyle elimizde bulunan ilaçlarla kimyasal bir karışım hazırlayarak (sonucunu büyük ve saf bir merakla bekleyen bilim insanı gibi) bu kimyasal karışımı bahçedeki karınca yuvalarına veya herhangi bir böceğin üstüne dökerdik. Amacımız psikopatlık değildi kuşkusuz. Rastgele ilaçlarla yaptığımız karışımın etkisini ve denekteki fiziksel-biyolojik değişimin olup olmayacağını sınamaktı.

Şu anda bunları düşündüğümde hafifçe gözlerim doluyor ve yüzümde istemsiz bir tebessüm oluşuveriyor. Çocukluğun o masum merakı, bilimin özündeki temel itici güç değil midir? Karl Popper'ın dediği gibi, "Tüm bilim, mitoloji ile başlar ve mit eleştirisi ile devam eder." Bizim çocukça deneyimlerimiz de belki de bilimsel düşüncenin o ilkel, mitolojik aşamasının bir tezahürüydü.

Bilim felsefesi kitaplarını okurken, daha o çocukluk yıllarında bir bilimci veya bilim felsefecisi gibi, tamamen sezgisel düzeyde hareket etmemiz geliverdi aklıma. Thomas Kuhn'un "normal bilim" kavramından habersiz olsak da kendi küçük paradigmamız içinde "deney" yapmaya çalışıyorduk. Çocukluğun doğal epistemolojisi, belki de bilimin özündeki o sorgulayıcı, deneysel ve gözlemsel tutumun en saf haliydi.

Gözlem ve deneye dayalı bilimleri inceleyen felsefe dalıdır bilim felsefesi. Amacı, konusu olan bilimin ne olduğunu ortaya koymaktır. Yöntemine gelince ise mantıksal çözümlemeler ile bilim tarihi verilerinden yararlanmaktır. Bilim felsefesinde incelenen her kavram ve sorunun epistemolojik (bilgi kuramsal), ontolojik (varlık bilimsel) ve metodolojik (yöntemsel) olmak üzere üç ayrı boyutu vardır.

Çocukluk deneyimlerimize dönüp baktığımda, farkında olmadan bu üç boyuta da dokunduğumuzu görebiliyorum. Epistemolojik açıdan, karıncalarda gözlemlediğimiz değişimlerden bilgi üretmeye çalışıyorduk. Ontolojik açıdan, kimyasalların canlılar üzerindeki etkisinin gerçekliğini sorguluyor, metodolojik açıdan ise ilkel de olsa bir deney yöntemi geliştiriyorduk.

Bilim felsefesine ilişkin en temel sorun, bilimin konusuna ilişkin hangi türden nesne, olay ve olgunun var olduğu sorunudur. Diğer bir sorun da bilim dilinde sözü edilen her şey var mıdır? Yoksa sadece gözlemlenebilir şeyler mi vardır? Bu sorular, bilimsel realizm ve anti-realizm tartışmalarının özünü oluşturur. Biz çocukken, bu felsefi derinlikten bilmesek de gözlemleyebildiğimiz değişimlere odaklanarak, temelde gözlemlenebilir olana öncelik veriyorduk, tıpkı Viyana Çevresi'nin pozitivist yaklaşımında olduğu gibi.

Arkadaşımla beraber bu kadar derin düşünmesek de yaşımıza göre büyük düşünüp davrandığımızı ve hayata bulunduğumuz koşulları da katarsak farklı bakabileceğimizin garantisini de vermiştik. Bu çocukça deneyler, belki de Bachelard'ın "epistemolojik engel" kavramının tam tersi bir işlev görmüştü. Bizi bilimsel düşünceye engelleyen değil, tam tersine yönlendiren deneyimlerdi bunlar.

Çocukluğun bu saf merakı, yetişkinliğin sistematik ve kurumsal bilimsel yaklaşımından farklı olsa da özünde aynı itici güce sahiptir: bilinmeyeni keşfetme arzusu, doğayı anlama çabası ve deneyim yoluyla öğrenme isteği. Gaston Bachelard'ın dediği gibi, "Tüm bilgi, bir soruya yanıttır." Bizim çocukça sorularımız da kendi küçük evrenimizde önemli yanıtlar arıyordu.

Şimdi geriye dönüp baktığımda, o küçük deneyler belki biyolojik açıdan pek anlamlı sonuçlar vermemiş olabilir, ancak felsefi açıdan zengin bir anlam taşıyor: İnsan zihni, yaşın ve eğitimin ötesinde, doğuştan bir merak ve sorgulama eğilimine sahiptir. Bu eğilim, bazen etik sınırları zorlasa da (ki şimdi düşündüğümde karıncalara yaptıklarımızdan dolayı biraz pişmanlık duyuyorum), bilimsel düşüncenin çekirdeğini oluşturur.

Albert Einstein'ın dediği gibi, "Önemli olan soru sormayı bırakmamaktır." Belki de çocukluğumuzda yaptığımız şey tam olarak buydu, henüz yeterince bilgiye sahip olmadan, ama saf bir merakla, doğaya sorular sormaya başlamıştık. Belki de gerçek bilgelik, bu çocuksu merak duygusunu hiç kaybetmemekte yatar.

Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

Düşünen Makineler, Sorgulayan İnsanlar: Yapay Zekâ Felsefesine Derin Bir Bakış

MAKİNE ANLAMAYA ÇALIŞIYOR: NLP’NİN SIRLARI

Dijital Evrimin Yeni Eşiği: Yapay Zekâlar Kendi Kültürünü Yaratmaya başlıyor.

Yapay Zekâ Yolculuğunda Sokratik Farkındalık: Kodlar Arasında Kendini Bilmek

Verinin Fısıltısı: Sayılardan Anlama Giden Yol

Yapay Zekâ Etiği: Teknolojiyi Sorgulamak, İnsanlığı Korumaktır.

Kapatılmaya Direnen Makineler: Yapay Zekâ Gerçekten Kontrolden mi Çıkıyor?

Yapay Zekâ Çağında Matematiksel Düşünmenin Gücü: Analitik Akıldan Algoritmik Devrime

Yapay Zekâ Okuryazarlığı: Geleceği Okuyabilmek

Kodun Kalbinden Düşen Cümle: Üretken Yapay Zekânın (Generative AI) Fısıltısı