RENKLİ OTURMALAR

 

  Geçmişin buğulaşıp yok olmaya başlaması adamı rahatlatıyordu. Her bir anı sanki bir sabah camının üzerindeki buğu gibi, zamanın silgisel göreviyle yok olup gidiyordu. Eskiden takıntı haline getirdiği detaylar, artık gözüne önemsiz görünüyordu. Hayatında ilk defa hafiflik hissediyordu, sanki omuzlarından ağır bir yük kalkmış gibiydi.

Kendisini olayların dışındaymış penceresinden görme yöntemi, en mantıklı yoldu adam için. Bu, terapistinin ona öğrettiği bir teknikti. "Kendinize dışarıdan bakın," demişti terapist. "Sanki bir film izler gibi, kendi hikâyenizin başrol oyuncusunu izleyin." Bu teknik, adamın duygusal tepkilerini kontrol etmesine yardımcı oluyordu. Artık olaylara kapılmadan, duygularına esir olmadan, sadece gözlemleyebiliyordu.

Akşamın karanlığı şehrin üzerine çökerken, kalabalıktan seslerin uğultuya dönüştüğü, şehrin gözde mekanlarından birine geldi. "VintageCafe" yazıyordu kapının üzerinde, neon bir ışıkla. Şehrin entelektüel kesiminin, sanatçıların, yazarların uğrak yeriydi burası. Ama aynı zamanda, sosyal medya fenomenleri ve gösteriş meraklıları için de bir vitrin niteliğindeydi.

İçeri girdiğinde, alışık olduğu parfüm ve kahve kokusu karşıladı onu. Bir de insan kalabalığının yarattığı o karakteristik sıcaklık. Kalabalık gürültülü konuşmalar, bardak şıngırtıları, sandalye gıcırtıları... Hepsi bir araya gelerek, karmaşık bir senfoni oluşturuyordu.

Garsonların bıkkınlık belirten yüz ifadeleri karşısında şaşkınlığını gizlemeye çalışıyordu adam. Gülümsemeyen, hatta bazen müşterileri görmezden gelen bu personel, mekanın alternatif imajının bir parçası mıydı acaba? Yoksa gerçekten işlerinden nefret mi ediyorlardı? Patronlarının kapitalist vurguyla "güler yüzlü olun" telkini pek işe yaramamıştı anlaşılan. Ya da belki de, patronları tam tersini söylemiş, "Sakın gülümsemeyin, burası elit bir mekân, gülümseme samimiyetsiz görünür" demiş olabilirdi.

İki kişilik bir masada oturuyordu. Masa, ağır bir ahşaptan yapılmıştı. Üzerinde, küçük, vintage bir masa lambası vardı, loş bir ışık yayıyordu. Sandalyesi ise, rahatsız edecek kadar sert ama göz alıcı bir tasarıma sahipti. Modern ve minimal...

Etrafına bakındı. Mekân, farklı seviyelerden oluşuyordu. Bir platform üzerinde, daha yüksekte kalan bir bölüm vardı, bir de onun oturduğu gibi daha aşağıdaki alan. Bir anda masa ve sandalyelerdeki konum farkı sebebiyle renklerinde değiştiğini gördü. Yüksek konumda olan ve dört kişilik masalar ve sandalyeler koyu, belki de koyu kahverengi veya siyah rengindeydi. Kendisinin oturduğu aşağı zemindekiler ise kirli krem renginde, neredeyse beyaza yakın bir tondaydı.

Bu renk farkının bir nedeni olmalıydı. Ticari bir amaç güttüğünü düşündü. Belki de yüksek kısımdaki masaların daha pahalı olması, daha "premium" bir hizmet sunması planlanmıştı. Ya da belki tamamen estetik bir tercihti, mekanın iç mimarının bir kararıydı. Ama adam, her şeyi analiz etme eğilimindeydi. Her detayın arkasında bir amaç, bir strateji arıyordu.

Zor bela garsonlardan biri menü getirdi. Genç bir adamdı, belki yirmili yaşlarının başında. Saçları, modaya uygun bir şekilde bir tarafı uzun, bir tarafı kısa kesilmişti. Kulağında birkaç küpe vardı ve sol kolunda dövmeler görünüyordu. Menüyü masaya bırakırken, sanki büyük bir lütufta bulunuyormuş gibi bir ifade vardı yüzünde.

Adam menüye baktı. Fiyatlar beklediğinden yüksekti, ama şaşırmadı. Bu mekânda, kahve içmek için değil, görünmek için para ödeniyordu. Cafe latte söyledi adam. Basit, klasik bir seçimdi. Ne fazla gösterişli ne de fazla sade.

Latte'si gelince köpüğün kalp şeklinde olduğunu gördü. Baristanın küçük bir sanatsal dokunuşuydu bu. Belki de günün monotonluğuna küçük bir renk katma çabasıydı. Ya da belki sadece alışkanlık haline gelmiş bir el becerisi...

Sevgilisi aklına geldi. Köpüğün kalp şekli, onu düşünmesine neden olmuştu. İki ay önce tanışmışlardı, bir arkadaşının ev partisinde. O günden beri, hayatına bambaşka bir renk gelmişti. Özellikle telefonda konuşmak çok hoşuna gidiyordu. Masum bir ses tonu ile ılımlı, sakin ve mantıklı cümleler kurması adamın bilinçsiz bir mutlu olma haline yeter sebepti.

"Bugün nasıl geçti?" diye sorardı sevgilisi, her akşam. Adam, hiç düşünmeden, günün tüm detaylarını anlatırdı. İş yerindeki küçük çatışmaları, metrodaki ilginç insanları, öğle yemeğinde yediği sandviçin tadını... Hiçbir filtre olmadan, hiçbir endişe duymadan, sadece anlatırdı. Ve sevgilisi, sabırla dinlerdi, arada küçük sorular sorarak, daha derine inmesini sağlayarak.

İkide bir ergen gibi telefonundan fotoğraflarına bakıyor, güzel hayallere dalıyordu. İşte yine yapmıştı. Telefonunu çıkarmış, galeriye girmiş, sevgilisinin fotoğraflarını açmıştı. Birlikte çektirdikleri selfie'ler, onun habersiz çektiği portreler, sevgilisinin ona gönderdiği pozlar... Her baktığında sanki sevgilisi daha bir çekici hale geliyordu.

Bu şekilde düşünmesi gayet normaldi. Çünkü sevgilisinden koskocaman bir şekilde hoşlanıyordu. "Hoşlanmak" çok hafif bir kelimeydi belki de durumu tanımlamak için. Seviyordu onu. Aşıktı ona. Ama bu kelimeleri kullanmak, onları dile getirmek, henüz erken gibiydi. Çünkü biliyordu ki, bir kere bu kelimeleri söylediğinde, artık geri dönüş yoktu.

Latte'sini yudumlayarak mekânı incelemeye devam etti. Her masada farklı bir hayat, farklı bir hikâye oynuyordu sanki. Sağ tarafında, iki genç kız oturuyordu, muhtemelen üniversite öğrencileri. Telefonlarına bakıp kıkırdıyorlardı. Sol tarafında, yaşlı bir çift vardı, sessizce oturuyorlar, arada bir göz teması kuruyorlardı. Onların önünde, tek başına oturan bir adam, laptop'unda bir şeyler yazıyordu, büyük ihtimalle bir yazar veya bir öğrenci...

Hepsinin ayrı bir dünyası, ayrı bir gerçekliği vardı. Ve şu an, bu mekânda, tüm bu farklı dünyalar kesişiyordu. Bu düşünce, adama garip bir huzur verdi. Yalnız değildi, kimse yalnız değildi aslında. Hepimiz, birbirimizin hikâyelerinde figüranlar, bazen de belki yan karakterlerdik.

Mekânda kalabalığın dağılmaya başlaması garsonların "çekin gidin de biz de gidelim" tavırlarına girmelerine neden oluyordu. Masaların üzerindeki malzemeleri toplama şekillerinden adam bunu çıkarıyordu. Sandalyeleri gürültülü bir şekilde düzeltiyorlar, bardakları çınlayan bir sesle topluyorlar, hesap pusulalarını masalara sertçe bırakıyorlardı. Tüm bu hareketler, bir mesaj veriyordu: "Artık gitme zamanı."

Gülümseyerek, bu şekilde düşünmesinin doğru olmadığını ve neden böyle bir takıntıya girdiğini düşündü adam. Belki de garsonların gerçekten yorgun olduğunu ve eve gitmek istediklerini düşünmek bu kadar komplo teorisine gerek olmadan daha doğruydu. Ya da belki, sadece işlerini yapıyorlardı ne daha fazlası ne daha azı.

"İnsan doğasının incelikleri işte," dedi kendi kendine. İnsanlar, her zaman karmaşık varlıklardı. Davranışlarının arkasında, sayısız neden, sayısız motivasyon olabilirdi. Bu nedenleri tam olarak anlamak, belki de imkânsızdı. Ama yine de, anlamaya çalışmaktan kendini alamıyordu.

Saatine baktığında vaktin epey geç olduğunu gördü. Gece yarısına yaklaşıyordu. Sevgilisine mesaj atma dürtüsüne direndi. Geç olmuştu ve muhtemelen uyuyordu. Ya da belki de uyumuyordu ve onun mesajını bekliyordu? Bu düşünce, içini ısıttı ama yine de, mesaj atmadı. Yarın sabah konuşurlardı nasıl olsa.

Hesabı ödeyerek, kendisine veda edercesine bakan renkli masaların arasından evine doğru yol aldı. Dışarıda, şehrin gece hayatı tüm canlılığıyla devam ediyordu. Barlar, kulüpler, gece açık olan kafeler... Hepsi, farklı renklerde, farklı tonlarda insanlarla doluydu.

Adam, bu gece, kendi renkli düşüncelerinin içinde kaybolmayı tercih etti. Yavaş adımlarla yürürken, sevgilisini, mekândaki renk farkını, garsonların tavırlarını düşündü. Tüm bu düşünceler, zihninde fütüristik bir resim oluşturdu. 

Belki de hayat buydu. Farklı renklerde, farklı tonlarda anlar, düşünceler, duygular...İnsan, bu renkli karmaşanın içinde, kendi rengini, kendi tonunu bulmaya çalışıyordu. Tıpkı o mekândaki farklı renkteki masalar gibi, her birimiz farklı bir konumda, farklı bir yükseklikte, farklı bir renkte duruyorduk hayatın büyük sahnesinde.

Eve vardığında, telefonunu çıkardı ve sevgilisine kısa bir mesaj attı: "İyi geceler. Renkli rüyalar görmen dileğiyle."

Cevap beklemeden, telefonunu yastığının yanına koydu ve gözlerini kapattı. Bu gece, belki o da renkli rüyalar görecekti.

Yorumlar

Yorum Gönder

Bu blogdaki popüler yayınlar

Düşünen Makineler, Sorgulayan İnsanlar: Yapay Zekâ Felsefesine Derin Bir Bakış

MAKİNE ANLAMAYA ÇALIŞIYOR: NLP’NİN SIRLARI

Dijital Evrimin Yeni Eşiği: Yapay Zekâlar Kendi Kültürünü Yaratmaya başlıyor.

Yapay Zekâ Yolculuğunda Sokratik Farkındalık: Kodlar Arasında Kendini Bilmek

Verinin Fısıltısı: Sayılardan Anlama Giden Yol

Yapay Zekâ Etiği: Teknolojiyi Sorgulamak, İnsanlığı Korumaktır.

Kapatılmaya Direnen Makineler: Yapay Zekâ Gerçekten Kontrolden mi Çıkıyor?

Yapay Zekâ Çağında Matematiksel Düşünmenin Gücü: Analitik Akıldan Algoritmik Devrime

Yapay Zekâ Okuryazarlığı: Geleceği Okuyabilmek

Kodun Kalbinden Düşen Cümle: Üretken Yapay Zekânın (Generative AI) Fısıltısı